10 Nisan 2019 Çarşamba

Kitaptan hazineler..


Beklediğim hazinenin burnumun dibinde olabilme ihtimalini düşünüyorum şimdi.
Kısa bir şehirlerarası uçuşta, yolu yarılamış , hafif bir türbülans sebepli yiyecek servisini yarıda kestikleri ve o yarı nokta da tam bir ön sırama geldiği için içeceksiz kalmış, ama elimde tuttuğum kitap seçiminde kesinlikle günün şanslısıyım.
Çok sevdiğim bir dostumun bir kaç ay önce fotoğrafını paylaştığı ve benim de sorgusuz gidip kitabını aldığım, tanımadığım birinin , bir o kadar tanıdık satırları arasında öykü başına tesadüfi yolculuklar arasında gidip geliyorum.
Şanslı hissederek.
Çaktırmadan gülümseyerek.
Bu ikinci kitabı elimdeki.
Hevesle gidip kitap fuarından aldım. İyi ki almışım, iyi ki de bu kısa seyahat için çantama atmışım.
Bazen küçücük bir fotoğraf karesi alırsın hayattan ve aklına , aklının seyahat hızına yetişemediğin bir sürü noktacık düşer ve sen o noktaları tek tek birleştirirsin ya. Öyle de bir aydınlanma anı yaşattı bana.
Hani içine su serpilmiş gibi serinlediğin bir an vardır, ya da unuttuğunu sandığın evinin anahtarı aslında çantan yerine cebinde kalmıştır. Elini attığında bulmanın hazzını yaşarsın.
Bunlara benzer.
Bu küçük anları hemen es geçip , yetinmeyip şu harcamakta herşeyden bonkör davrandığımız zamana yenik düşürmek olmasa -ki kabul bazen bu bilinçli farkındalıktan kendimden soğuyorum- sandığımdan daha fazla hikayem olduğuna eminim.
Teğet geçirebilir, keyif aldığım bir vazifeye de memnuniyetle çevirebilirim.
Uçak yolculuğunda daha önce de böyle düşüncelerim olmuştu hatırlıyorum.
Basınç farkını seviyorum.
Ya basınç farkında ya da bağıl hızda daha iyi düşünebiliyorum.


***

Şimdiyse yeryüzündeyim.
Henüz iniş yaptı uçak.
Bir kitabın anlatımından ve yol boyu okuyabildiğim birkaç hikayeyeden geldiğim yere bak.
Yerçekimine karşı gösterilecek dirençlerimden ve öncesinde sabrı alınmış kabin içi halka karışmadan kısa bir vaktim var.
Bu kısa vakitte ise havada yakaladığım tüm ihtimal ve aydınlanmaları çantaya atmayı ve kendime hatırlaması kolay bu notu bırakmayı tercih ediyorum.
Hazine kesinlikle burnumun dibinde.
Gidip onu çıkartacağım ve bu sandığımdan kolay olacak.

5 Nisan 2019 Cuma

Uzun ince bir yolda..

Çok değil, 20 sene olmuş liseden çıkıp hayata adım atalı.
Yıllığa yazmıştım, "sıkı dur hayat ben geliyorum" diye.
O güzel gençlikle neyin dramını yaşıyorsam artık , öyle bir özgüven, öyle bir coşku ile.
Önce üniversitenin eski ama cidden çirkin binası ile vuruldum, sonra da yurt koridorlarının gereğinden fazla olan paylaşım dünyası ile yıkıldım.
Sonra ben burda ne yapıyorum, ne okuyorum, kim bu insanlar diye diye durumu taçlandırdım.
Ama olsundu.
Hayata sıkı dur diye ben ahkam kesmiştim , o da gerekeni yapmıştı, o zaman bunlarla ilgili bir derdim olamazdı.
Nitekim, olsa bile içinden çıkılacak hep bir yanyolu bulurdum.
Buldum da , bulduğumu sandım da, ama zamanın ve günün getirdiğinde en iyi tercih ne ise onu yaptım.
Ya da en iyi tercihi yaptığımı sandım.
Dönüp bakıp, şimdiki ben olsam diye düşündüğümde , imkan dahili tanımını orta direkle değiştiririr , yine de yan yolunda yan yolunu bulabilirmişim diyorum.
Ya da geri dönüşü olmayan ve aleyhine işleyen tek şeyin zaman olduğunu bilmek için yeterli muhakeme yeteğim olduğunu yoksaymış olmalıyım.
O anın doğrusunda odaklandığım her ne ise, hep bir adım sonrasına yatırım diye baktığım her ne ise, aslında ya birinden gördüğüm ya da olmamasındansa olsun peşinde olduğum içinmiş, farkına vardım.
İster kişisel gelişimim isterse kurduğum irili ufaklı tüm ilişkilerim için.
Güzel görünmüşlüğüne aldanmış , kendi doğrularım olmayabileceği ihtimalini vermemişim.
Özgüven mi demiştim ? hayata sıkı dur geliyorum derken?
Özgüvenli olamadığımı , başkaları için yaşadığımı ve bunun üzerini ise çok güzel kapattığımı anladım.
İçinde yaşarken de farkında olduklarım, aslında şu günün şartlarında zaman dahi ayırmayacaklarımmış mesela bunu kendime doğruladım.
İçinde yaşarken, yanından geçtiklerimdeyse, biraz daha üzerine gidebileceklerimin, sınırlarımı keşfedebileceğim bir sürü anın olduğunun ama bambaşka gerekçelerle yanından teğet geçtiğime de artık eminim.
Yaşadığım her an , mantığım ve kalbimin tatlı çekişmelerinde olmanın yolculuğundayım.
Yolculuğumu seviyorum.
Beni yoran kalbi kararlarıma, bazen ağır basan mantığıma, varmış gibi görünen kurallar setime, beklentilerime ve değerlerime yeni yönler arıyorum.
Değişmeyen tek şeçimim isyansızlığımı korumak oluyor ama bir farkla.
Şimdiye kadar isyan etmem gerekenin kendime doğru diye seçtiğim başkasının doğruları olabileceğini,
kendime hatırlattığım farklarla.
İşte şimdi anladığımda , çok değil 20 sene geçmiş derken o kadar rahat olamıyorum..
İçime dönüp, ışığı görmedim henüz ama,
Şükürü,
Şevkati,
Sağlığı ve şifayı önceliğime aldığım her haliyle, yolum güzel onu biliyorum.

3 Nisan 2019 Çarşamba

En Yakın Arkadaşının El Yazısı..

Ben hala anı yazmayı, el yazısından notları değişmem hiçbirşeye.
Bu bambaşka bir samimiyet. Gülümseten , mutlu eden ve bilirim ki çok içten.

Kızımın doğumu için tuttugum anı defteriıne bakıyordum az evvel.
Eski ve ömürlük dostların sayfalarını okurken -el yazılarından sebep- , yazdıklarının yanına, bir sürü güzel anı düşüverdi ve çok yakıştılar.

Biz dijital çağ nedir bilmezdik ortaokul lise zamanlarımızda.
Ama güzel yazar, güzel çizerdik.
Hem edebi metinsel severdik, hem de eğlencesini işin.
Özel bir gün olması da gerekmezdi, yazdıklarımızı paylaşmak için.
Ama her özel günde de mutlaka yazacaklarımız olurdu.
Küçüktendir öyleydik.
Yazmaktan hiç yorulmayan , kalemi tutusuna göre orta ya da yüzük parmağında nasır olan bır nesildik.
Takla attırırdık o.5 Rotringlere -illa sıfır beş olacaktı evet- ve yumuşak uçlusundan yana kullanarak tercihimizi.
Hey gidi.
Ta o zamanlarda, -çalıskan ama haşarı huyumuz kurusun- ders işlenirken en büyük zevkimizdi yazışmak.
Yani birbirimize not göndermek. Malum konuşmak olmazdı. Ama yazışmanın da yakalanmamak sorunu vardı.
Hem yazmaya, hem de yakalanmama heyecanına olsa gerek, bayılırdık.
Ve ta o zamanlarda aslında ilk onlıne sohbetı bulmuştuk da haberimiz yoktu.
Çünkü o zaman "0nline" diye birşey yoktu. Kelime olarak bile kullanmazdık.
Biz ona "paper chat" diye isim koymuştuk, İngilizcesi havalıydı çünkü kolejli çocuklardık.
Ama kagıt bildiğin teksirdi.
Bu eski nesil mesajlaşmada genelde küçük kağıtlar havadan uçarak ya da elden ele gelirdi ya.
Bu biraz farklıydı mesela. Büyük a4 boyut.
Boyutundan sonra en büyük farkı ise, konuşma çizgisi ile elden ele dolaşmasıydı bu kağıdın.
Yani bizim nam-ı diger "paper chat"'ın özelliği. Çoklu katılım mümkündü.
İstediğin kalemi, rengi kullanmak da serbestti üstelik.
Hem özgün, hem de özgür.
Elden ele gelirdi, havadan gidemeyecek kadar büyük olduğu için.
Ve biz adımızdan sonra bilirdik o yazının sahibini, kağıt bize ön sıradan mı arka sıradan mı gelmiş bakmadan, hatta ne yazdığını bile henüz okumadan.
Çünkü bilirdik 'o' yazan kim.

Bilirdik ve hala biliriz hangi yazıyı kimin yazdığını, herkesin kendini yansıttğı harf dizilimlerinde.
Gelen mesajda kim a'yı tersten yazmış, kim ne kadar boşluk bırakmış, hemen anlardık.
Şimdiki zamanın standart havasının aksine.
Üstelik bunu bilme duygusu, öyle böyle bir sahiplenmedir ki, yazılandan bağımsız, öylesine bir anda bir sürü anıyı döküverir önüne.
Dinlediğin bir müzik gibi, gördüğün bir fotoğraf karesi gibi, aldığın bir koku gibi.
İşte bence bu paylaşılabilen en güzel ayrıcalık.

*****
Bazı seylerı bilmek ve sonsuza kadar saklayabilmek çok güzel.
En yakın arkadaşının el yazısı gibi.
Ömürlük.